Ufak Bir Otobiyografi Part 1

Aslında yol resimleri de otobiyografiler gibi, çoğunlukla başını ve sonunu göremeden bir kesiti görüyoruz. (Korkmayın romantik değilim sadece yazıya bir fotoğraf koymak istedim ve  spesifik fotoğraf bulamıyorsan, yol fotoğrafı kullan alışkanlığımı kullandım.)

Tanıtım


Başlığa ufak bir otobiyografi dedim çünkü hayatımın çok ufak bir kısmını kapsıyor. (bir 1–2 yıl) Üniversitenin ilk yıllarında geçirdiğim bir değişim süreci hakkında, çoğunlukla her şey olup bittikten sonra retrospektif olarak yazdığım bir yazı dizisiydi. 

Yazarken amaçlarımdan ilki düşüncelerimi daha oturaklı yapmak, ikincisi seriyi okuyan kişileri ikna edebilmekti. Şimdi baktığımda ikinci amacıma çok uygun bir yazı olmadığını görüyorum ama birinci kısım konusunda bana çok yardımı dokunduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. 

Aynı konu hakkında şu an yazsam çok farklı yazarım dediğim birçok nokta olmasına ve olasılıkla o dönemki duygularımın yoğunluğundan kaynaklanan hafif sert bir dilim olduğunu görmeme rağmen çok ciddi bir değişiklik yapmadan yayınlamak istedim. Bu kararda da temelde üç faktör etkili oldu. Birincisi, serinin konusu ile ilgili yazma fikri yazdığım zamanlarda oluşmuş olan ve şu an için çok da yoğun hissetmediğim bir his. Düşünce o zamana aitti ve -kimi yerlerini şu an okuduğumda ufaktan utanmama rağmen- içerik de o döneme ait olmalı şeklinde düşündüm. Dolayısıyla orijinalini şimdi tahammül edebileceğim bir boyuta getirerek yayımlamak istedim. İkincisi, insanın geçmişindeki eğilimlerini ve yaklaşımlarını görebileceği kaynaklar bırakması geçmişi ile ilgili durumu hakkında daha objektif değerlendirme yapabilmesini sağlıyor ve olası tarihi revizyonizmi önlüyor. Üçüncüsü ise “her yazıyı beğenmeyince yeniden mi yazacaz!” hissi oldu. Umarım beğenirsiniz.




Neden Yazdım


Bu yazı dizisini yazarken, aklıma gelen soruları ve bu sorular hakkındaki düşüncelerimi nasıl aktaracağımı planlamak en çok vakit ayırdığım kısım oldu. Asıl amacım yazı dizisini okuyacakların mümkün olduğunca fazla etkilenmesini sağlamak olduğu için, olabildiğince herkesin kendisinden bir şeyler bulabileceği şekilde yazmaya çalıştım. Yöntem olarak olayları birer anım olarak anlatmayı seçtim. (Zaten anılarım ama, biraz tarihi revizyonizm de yapmadık değil.) 

Yaşadığım olayların bende ne gibi düşünceler oluşturduğunu ve aynı olayların birçok kişide farklı düşünceler oluşturmasının nedenlerini anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Bunu yaparken de mümkün olduğunca kendime ispatlamaya çalışır bir tarzda yapmaya çalıştım. Bu sayede, olayların daha önce çok da üstünde durmadığım kısımlarını, biraz daha derinlikli değerlendirebilme şansım oldu.

Amaçlarımda ne kadar başarılı olabildim bir yorum yapmak zor ama benzer süreçleri yaşayan veya yaşayacak bir insanın, önündeki hayatını büyük ölçüde değiştirebilecek böyle büyük bir kararın, sırf bu değişimin büyüklüğü [değişim istediğiniz yönde olsa bile (ateizmin getireceği kısıtlanmamışlık)] gibi bir nedenle verilmesini engellemeye umarım katkım olur. Değişimin büyüklüğünü sağlayan birçok alt faktörleri hızlıca bir gözden geçirince amacımın çok kolay olmadığının farkındayım. Bu kadar kişi yanlış düşünemez dememiz veya içinde yetiştiğimiz çevremize ters düşmeme isteği veya yıllarca öğrendiğimiz bilgilerin, küçük yaştan itibaren ezberlediğimiz sûrelerin bir anda çöp olmamasını istememiz veya daha önce bu konuları tartıştığımız ve sevmediğimiz birinin biz onun savunduğu kararı vermiş olduğumuz zaman kazanacağını düşünmemiz veya sadece “peki ya varsa?” dememiz ve risk almak istemememiz… ve daha bir sürü şey.

Daha da kötüsü, çoğu zaman bizi nelerin engellediğinin veya engelleyebileceğinin farkına varmıyoruz. Çoğu zaman elimizdeki verileri, günlük hayatımızdaki başka birçok kararımızla çelişecek bir şekilde inceledikten sonra verileri tarafsız bir şekilde incelediğimize ve mantıklı tarafta olduğumuza ikna oluyoruz ve comfort zone’muzda kalmayı sürdürüyoruz.

Üst paragraflarda yazdığım birçok şeyi yaşadım, bazılarının beni engelleyen şeyler olduğunu yaşadığım süreçte fark ediyordum, bazılarını ise ancak şu an dönüp baktığımda “Vay be kendime kendimi kandırmışım.” diyorum. Mesela “Allah’ım iyi ki Müslüman bir ülkede doğmuşum, yoksa bende hayatta din değiştirecek göt yok” diye düşündüğüm ve Müslüman bir ülkede doğduğum için şükrettiğim zamanlar oldu. Sonrasında aklımda bazı soru işaretleri oluşmaya başladığı sıralar; dualarımın, -soru işaretlerimin artmasıyla orantılı olarak- “Allah’ım kalbimdeki şüpheleri kaldır, beni doğru yola ilet” ten, artık bu soru işaretlerinden başka bir şey düşünemez olduğum ve yaptığım her ibadette kendi kendime “Ya sen ne yapıyorsun?” diye sorduğum dönemlerdeki “Allah’ım varsan kalbimdeki şüphelerimi kaldır” şekline evrilişini düşündüğümde bir yandan çelişkili halime gülüyorum, bir yandan da son adımı atamamanın verdiği rahatsızlıktan kurtulmak için son çırpınışlarıma ve çaresizliğime üzülüyorum.

Halen içki satmayan bir market veya bakkalın sahibini daha iyi bir esnaf olarak düşünebiliyorum, bankaya bulaşmamak için pos makinesi kullanmayan esnafa “Vaay dikkatli adammış” diyebiliyorum, ateist bir insanın mantığına göre ahlaksız olmaması gereken hareketleri birisi yaptığı zaman istemsiz bir şekilde kendimi kınar buluyorum, halen beklenmedik durumlarda reaksiyon olarak “Allaaah” diye bağırıyorum.

Yani biz değişmeye karar versek ve değişsek de bizde birçok etkisi hâlâ devam edecek ve bu etkilerin artık anlamsız olduğu artık devam etmemesi gerektiği düşüncesi belki de birçok hareketimizi iki defa düşünmemize sebep olacak. Eski alışkanlıklarımdan dolayı mı böyle düşünüyorum yoksa yeni düşüncelerimin hakkını verebilmek baskısından dolayı mı…

Bu yazı dizisiyle, eğer değişim için gerekli şartlar oluşmuşsa; değişimin büyüklüğünün kararımızı engellememesi gerektiğini anlatmaya çalıştım. Değişim büyüklüğü korkusunun; mantığımızı perdelemesini engelleyebilecek nitelikler olan, özgüven ve düşünce mantığına güvenmeyi vurgulamaya çalıştım. Allah’ın varlığı-yokluğu tartışması özelinde de değişim için gerekli altyapıyı oluşturmaya çalıştım. Aslında yazı dizisinin büyük kısmı gerekli altyapıyı oluşturma kısımlarından oluşsa da bence en önemsiz kısmı burası. Çünkü asıl önemli olan; kendi fikirlerimize ket vurmamayı öğrenebilmek ve iyi bir düşünce sürecinin gereklerini yaptığımızı düşünüyorsak düşüncelerimizin götürdüğü yerlerden kaçmaya çalışmamak. Zira, konu bugün Allah’ın varlığı-yokluğu olur yarın başka bir şey…



Mucizelere Ne Zaman İnanmalıyız

“Yeterince gelişmiş bir teknoloji, sihirden ayırt edilemez.”

                                                                               Arthur C. Clarke

Günümüzde ilk defa görmüş olsak bizlere mucize gibi gelecek ve nasıl oluyor bu diyeceğimiz o kadar çok olay var ki bir şeye mucize demeden önce birkaç kez daha düşünmek gerekiyor. Mesela kablosuz iletişimin olduğu her şey mucize kategorisine girebilir hatta yakın geçmişte kablolu birçok şey de girebilirdi; ama bu olayların nasıl gerçekleştiğini öğrenince veya en azından gerçekleşmesinin bir yolunun olduğunu öğrenince bunlar mucize veya ‘Vaaav’ diyeceğimiz şeyler statüsünden birer bilimsel gerçek statüsüne iniyor. (ya da çıkıyor).

Bir illüzyonistin gösterisini izlediğimizde imkansız diyebileceğimiz olaylar gerçekleşiyor ve biz illüzyonistin bunları nasıl yaptığını anlamasak da imkansız demiyoruz ve sadece hileyi anlayamadık diyoruz. Çünkü hepsinin altında bir mantık yattığını biliyoruz. Bu kadar imkansız gelen olayların; teknolojinin gelişmesi veya göz yanılsamasını sağlayan birkaç düzenekle gerçekleştirilebileceğini bugün biliyorken, birebir şahit olmadığımız ve binlerce yıl önce yaşayan birinin veya birilerinin şahit olduğunu iddia ettikleri sonrasında mucize diyerek günümüze ulaştırdıkları şeyleri mucize olarak nitelendirmek kolay olmamalı. Üstelik mucizelere inanıp inanmama, sonucuyla kişiyi bir dine inanıp inanmamaya veya bir dinde kalıp kalmamaya götürebilecek bir nedenken.

Ayrıca ideal bir dinde inanıp inanmama kararı verilirken; mucizeler hesaba katılmaması gereken olaylar olmalı çünkü bir dini, öğretileriyle ve öğretilerini dayandırdıkları nedenlerle inceledikten sonra tatmin olmak veya olmamak karar vermek için yeterli olmalı. Ekstradan mucizelere gerek kalmaması lazım, bizzat öğretilerin birer mucize olması lazım. (İslam’ın en büyük mucizesi Kuran’dır gibi :s) Temel kısımlardan tatmin olduktan sonra eğer din, mucizeler barındıran bir dinse; dinde yanlış olmazın gereği olarak(olmak zorunda da olmayabilir) bunlara da inanılmalı.

Bizzat şahit olan kişi bile mucize ile kararını değiştirmemeliyken, bizi dinde tutan şeylerin; ayın ikiye bölünmesi, Kurandaki inanılmaz ahenk, Nuh tufanı… gibi şeyler olmaması lazım. Üstelik dine girme konusunda bir kere mucizeler hesaba katılmaya başladığı an; sonuçların sonsuzla çarpılarak ödül ve cezaların verildiği, mutlak adaletin gerektiği bir sınavda büyük bir adaletsizlik ortaya çıkıyor. Kimilerine, anlatılıp ikna olmayınca son koz olarak kullanılan mucizeler; kimilerine, “Taa bilmem kaç yıl önce böyle bir şeyler olmuş, işte bu da Allah’ın gücünün ispatı” olarak sunuluyor ve iki tarafın da aynı derecede inanması bekleniyor. Ayrıca mucizelerin birçoğu; tamam mucize olağanüstülük barındıracak ama biraz bokunu çıkartmışlar düzeyinde. Üstte verdiğim örnekleri inceleyelim.

Ayın ikiye bölünmesi olayının Kuran’da detayları geçmiyor ama Hadislerde dolunayken bölündüğü var. Ayrıca olayın en etkileyici hali dolunayken olabileceği için mantıklı bir yorum ve doğru kabul ediyorum. Dünyanın her yerinde; aynı gecede ayın aynı evresi görülür. (Ay hakkında sık karşılaşılan yanlışlarla ilgili Nasa’dan bir link) Bir yerde dolunay, bir yerde yarım ay, bir yerde hilal gibi ihtimaller olamaz. Yani beklentimiz Ay’ın yarıldığı gece dünyanın yarısında gökyüzünün çeşitli yerlerinde ve tabi ki çeşitli yerel saatlerde olmak üzere o anda ayın dolunayda olması. Zaten diğer yarısının da gündüz olmasını bekliyoruz. O gece büyük ihtimalle Afrika, Avrupa ve Asya’nın büyük bir kısmı dolunaydı ve böyle bir olayı görmeleri gerekirdi ama o gün Ay’ın yarıldığını görmesi gereken toplumların kaynaklarına bakıldığında Persler, Romalılar gibi bu konuya dair hiçbir kanıt yok. (mesela bu linke bakın, wikipediada ayın bölünmesi ile ilgili entry ve farklı kavimlerden gelen hiçbir kaynak yok, sadece birkaç tane Müslüman kaynaklardan gelen şahit olan kişilerin söylediklerini yazan anekdodal kaynak var.)

Ayrıca ikiye bölünen ay nasıl oldu da dünyaya yaklaşmadı? Ayın bölünmesi mucizesinin yanında bir anlığına kütle çekim mucizesi de yaşandı ve ayın dünyaya yaklaşması gerekirken kütle çekim askıya mı alındı veya kütle çekimini askıya almamak için iki parçanın da hızı bir anda 2 katına mı çıktı veya belki ikisini de yapmadan bir şekilde oldu işte mi? (Büyük ihtimal açıklama sonuncusudur.)

Elbette ki bunların hepsi olabilir. İşin içinde her şeye muktedir bir varlık varsa isterse parçaların hızını arttırır engeller, isterse başka gökcisimlerini etkilemeyecek şekilde kütle çekimini durdurur, isterse mucizeyi sadece peygamberi ve göstermek istediği çevresi görebilsin diye o an görmesi gereken bütün kavimlerin gökyüzüne bulutlar gönderir, ayı göstermez. Hava açıksa çıkmamalarını sağlar, evlerinde kalmalarını sağlar, hava açıksa ve dışarıdaysa yere baktırır o an, gökyüzüne bakıyorlarsa anlık görmelerini engeller… (bkz: amorazis fugax)

Yani isterse her şeye gücü yeten bir varlık bir yolunu bulur ve o mucizeyi başka kişilerin görmesini engeller. Ama niye? Mucize zaten gerçekliğine inanılıp ardından dine kavuşmayı sağlamak için değil mi? (En azından Kuran’a göre ispat olarak sunuluyor) Dini yaymak, herkesin inanmasını sağlamak gibi amacı olan bir varlık; niye etrafını dinamitlerle döşesin ve sadece üç beş kişiye özel kılsın böyle büyük bir mucizeyi. Üstelik bu dinamitler bizzat mucizenin gerçek olma ihtimalinde ciddi soru işaretlerine yol açarken. “İnanmayanlar da olacak sınav sırrı var” demek için baya bir kasmak lazım. (Herhalde bu sınav sırrı olayı da olmasa da herkes ateist olacaktı, eninde sonunda bir tartışmada olay bir şekilde buraya geliyor.) Hem sınav sırrı olsa bile burada sınav sırrı olsun diye kimilerinin baştan kaybettirilmesi sağlanmış. Nerede özgür irade, nerede adil Tanrı? Ben bu şartlarda inanmayan olmaya razıyım, hatta gönüllüyüm. Sınav parkuru o derece tuzaklarla dolu.

Kuran’daki inanılmaz ahenge gelince; ya benim inandığım zamanlarda da kalbim kuruydu veya mühürlüydü göremiyordum. Ya da millet “Allah Allah! Çok güzel bu insan eseri olamaz” diye rol yapıyor. Arapçasını da mealini de birkaç kez okudum, Arapçasını çok güzel okuyanlardan da dinledim. “Vay be çok iyiymiş, şu kafiyeye söz uyumuna bak” dediğim yerler de oldu sıkıla sıkıla dinlediğim yerler de. Mealini okuduğum zaman da çok güzel, çok doğru bir öğüt dediğim âyet de oldu, bu ne lan dediğim de. Yani her kitap gibi.

Ayrıca 1500 yıldır milyonlarca kişinin okuduğu ve kimi zaman iyi okumak için birbirleriyle yarıştığı bir kitabı dinlerken başka herhangi bir kitabı okunurken dinlemek veya bir şarkının müziğini dinlemekten daha fazla etkilenmekten doğal bir şey yok (Samimi olmak gerekirse ben de bu dahi olmuyordu.) Bunun aksi abes olurdu. Herkes en iyi okumaya çalışıyor, daha kötü okunan versiyonlar bir daha pek denenmiyor, yeni yollar aranıyor en iyileri geçebilmek için. Baya bildiğin doğal seçilim var burada. (Biraz abarttım kabul.) Başka bir kitabı da 1500 yıl oku, iyi okumaya çalış olur bu kadar herhalde.

İçeriğe bakarsak da onun da çok da etkileyici olmadığına alimler de ikna olmuşlar herhalde ki meale, çeviriye bok atıp duruyorlar. Arapçada bir kelimenin o dönem günümüzden çok farklı kullanıldığı, 15 cümle önceki bir kelimeyle düşününce muhteşem bir anlam çıktığını, o kelimenin 38. anlamını bilmediğimiz için yani cahilliğimizden ötürü(!) yanlış anladığımızı söyleyip duruyorlar. (Şu linkteki karşılaştırma bölümünde rastgele takılın biraz ne demek istediğimi anlayacaksınız.) Ayrıca tamam bu kadar hoş ve ahenkli, anlamı da çok güzel okuyunca mest oluyorsun. Yakınındakilerle ne güzel söylemiş, bu insan eseri olamaz yarışlarına giriyorsun. İnananların çok büyük bir kısmı niye Kuran okunmasına tv kanalında denk geldiğinde hemen saniyesinde kanalı değiştiriyor hatta bildiği potansiyel Kuran okunma ihtimali olan kanallara uğramadan geçiyor. (şuradan Türkiye’deki kanalların reytingine bakabilirsiniz. Yazıyı yazdığım gün Kabe tv 47. sıradaydı mesela) Neden yine çok büyük bir kesim ömrü boyunca mükemmelliğine inandığı ve hatta mükemmel olduğuna kalıbını bastığı kitabı bir kere bile okumuyor?

Nuh tufanı; akıllara zarar olan mucizeler içinden favorim. Birçok hayvan; nesli tükenmesin diye gemiye alınıyor, gemide hayvanların hepsinin yaşayabilmesi için uygun şartlar sağlanıyor, Kuran’a göre tufan bittikten sonra gemi Cudi dağına oturuyor. (“Ey arz, suyunu yut ve ey gök -suyunu- tut! denildi. Su azaldı, iş bitirildi. Gemi Cûdî üzerine oturdu” (Hûd 11/44)) Buradaki Cudi’yi literal anlamda almayıp metaforik alanlar da var ama anaakım olmadıkları kesin. (Diyanetin İslam Ansiklopedisi’nde Cudi dağının isminin, Nuh’un gemisinin dağa oturduğu yer yaşamaya elverişli bir yer olduğu için cömert anlamına gelen cûd kökünden gelebileceği yazıyor mesela.) Yani Cudi dağı seviyesini kaplayacak kadar yağmur yağıyor, bunu sağlayacak su buharını sağlamak için büyük ihtimal bizim atmosfer yetmeyeceği için birkaç ek atmosfer kullanılıyor. Başka bir ihtimal şu olabilir ama. Ek atmosfer açmamak için Cudi dağı o zaman oldukça alçak bir dağdır ve Hz. Nuh zamanından itibaren inanılmaz hızlı bir şekilde tektonik hareketlerle yükselmiştir ve bunun tüm delilleri ileriki dönemlerdeki jeologlar anlaşılamasın diye ortadan kaldırılmıştır ve sanki dağın yükselme hareketi yüzbinlerce yılda oluşmuş izlenimi verecek bir ayar çekilmiştir.

O halde de; bu dağ o kadar alçaksa mucize gerçekleştiğinde, zaten karaların çoğu duruyor. Haliyle gemiye alınan hayvanların hepsi başka yerlerde yaşıyor-ki bu olay büyük oranda Cudi için bile geçerli- sen o zaman ne diye bu olayı, tür kurtarma olayı diye adlandırıyorsun ki. Sevdiği hayvanları yanına alma olayı de, ne biliyim onların orada o tufanda ölmelerine göz yummama de, yüreği el vermeme de. Nereden tutarsan tut elinde kalıyor.

Bu örnekler uzadıkça uzar, daha birçok mucize eklenebilir buraya. Benim asıl anlatmak istediğim mucizelerin mantığı veya mantıksızlığı değil. Dini bir karar verirken, değerlendirme ölçütü olarak alınmaması gerekliliği ve kararların mucizeler yokmuş gibi alınması gerekliliği. Çünkü günümüzde bile geçerli olan güzel hikayeler abartıyı hak eder olayı geçmiş zamanlarda bir hikayenin kalıcı olup nesillerden nesillere aktarılabilir hale gelmesi için belki de tek şarttı. Yazılı kültürün gelişmediği zamanlarda bir hikayenin aktarılmasının ilk şartı hatırlanması (sıra dışı, olağandan daha iyi hatırlanır) ikinci şartı ise anlatılması. (olağan dışı hikayeler daha eğlenceli ve merak uyandırıcıdır.) Zaten bu yüzden belki de bütün toplumların yazılı edebiyat öncesi edebi ürünleri olan destanları, olağanüstülüklerle dolu. Görmeden inanma değil ama çok da güvenme.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bilimin İşleyiş Mantığı

Data Dredging